Hekimoğlu inceden yağan yağmura rağmen mağaranın dışındaydı. Dizlerinin üzerinde kaç saattir beklediğini hatırlamıyordu. Var mıydı? Onu da bilecek durumda değildi. Sadece bekliyor, ıslanıyor ve en fazla nefes alıp veriyordu. Omuzuna yasladığı Martini Tüfeğinin namlusu yukarıya dönük olduğundan, içine yağmur dolmuştu. Sular artık namlunun üzerinden taşmaya devam ediyordu. İbrahim önünden geçen kirpiye bakarak iç geçirdi. Gece vakti yiyecek bulmaya çıkmış bu dikenli hayvan besbelli yuvasına geri dönüyordu. “Yuva” deyince içi burkuldu yeniden. Yumruklar gırtlağında peş peşe patlıyordu. Birkaç saattir hep böyle oluyordu. Boğazını kilitleyen düğümleri çözüp atamıyordu. Hiç durmaksızın gözünden yaş sızıyordu. Zaten ağlamasını gizlemek için, bile isteye dışarı çıkmıştı. Erzak alınacak köylü ile buluşmaya giden Osman getirmişti o kara haberi. “Söylemek ve söylememek” arasında ikilemde kalan Osman, çaresiz duyduklarını anlatmıştı. Daha o an İbrahim kaskatı kesilmiş, kendini dışarıya güçlükle atabilmişti. Ömer ile Osman bilerek ardı sıra gitmemişler, acısını kendi başına yaşamasına izin vermişlerdi.
Saatler sonra gökyüzünde belirli belirsiz aydınlanma başladı. Güneş çoktan doğmuş ancak kara bulutlardan ötürü ışıkları tam gelemiyordu. Tan yerinde alacakaranlık kuşağı gibi bir girdap oluşmuştu. İbrahim tüm gücünü kullanarak zorlukla ayağa kalkabildi. Tüfeğini ters çevirerek namlusunda biriken yağmur suyunu boşalttı. Ardından arkadaşlarının da olduğu mağaraya girdi. Ömer ile Osman sönmeye yüz tutmuş ateşin yanında bağdaş kurmuş oturuyordu. Hekimoğlu içeri girince ayağa kalkıp ocağın başına buyur ettiler. Odun ilave ederek, tez elden ateşi canlandırdılar. İyice üşüdüğünü yeni fark eden İbrahim olduğu yerde sızıp kalmıştı.
Mağara, “Adamkaya” denilen bir tepenin yamacındaydı. Uzaktan bakıldığında bir insanı andırdığından, civardakiler böyle isimlendirmişti. İbrahim ve arkadaşlarının saklandıkları mağara; sık gürgen ağaçlarının içinde, bulunması çok güç olan bir oyuktaydı. Öyle büyük bir yer değildi fakat beş kişi barınacak kadar da genişti. Bir insan boyu yüksekliği olduğu için rahatça içinde dolaşılabiliyordu. Ateş yakılacak bir kuytusu vardı. Hemen üstünden duman geçecek kadar aralığa sahipti. Bu da dumanın tahliyesine kolaylık sağlıyordu. Gündüzleri ateş yakmazlardı. Sadece geceleri hem ısınmak hem de yemek hazırlamak için tutuştururlardı. Etrafta odun bol olduğundan bir sorun yaşamıyorlardı. Burada olduklarını kendilerinden başka hiç kimse bilmiyordu. Haftada bir Osman geceleri çıkıyor, bir saat ileride bir köylüden ihtiyaçlarını tedarik edip yine aynı gece geri dönüyordu. Gitmişken yeni haberleri de alıyordu. Jandarma, Cemal Ağa, diğer Gürcü Beyleri… Hepsi İbrahim’in peşindeydi. Herkes onu yakalamak ve mümkünse öldürmek, değilse hapse attırmak için çabalıyordu.
Bu kez gittiğinde Hekimoğlu İbrahim’in bir siparişi vardı. Bunu Musa Emmiye söylemeyi unutmadı; “İbrahim Ağam küçük bir ayna istedi. Pazara gittiğinde bulursan bir dahaki gelişte alırım Emmi”.
Musa Emmi İbrahim’in “Ayna” ihtiyacına anlam verememişti. “Delikanlı adam, herhalde tıraş olurken yüzünü görmek istiyor” diyerek “tamam” dedi.
Osman’ın ihtiyaçlarını aldığı köylü Musa adında güngörmüş bir ihtiyardı. Askerde iken Osmanlı Yunan savaşına katılmış, düşmanın uğursuz bir şarapnel parçası nedeniyle kolunu kaybetmişti. Geri döndüğünde çocuklarının hastalıktan öldüğünü öğrenmişti. Sadece Hanımı vardı ve kalan ömrünü iki kişi olarak yaşamaya devam ediyorlardı.
Musa Emmi askerlik yaparken okuma yazma öğrenmiş, uyanık olduğu için de hep komutanlarına yakın çalışmıştı. Onlarla ilk elden görüştüğünden taarruz, savunma, sivilleri koruma, kurmay bilgilerini de duyuyor, öğreniyordu. Görgülü ve aydın komutanlarının yanında olması, aynı zamanda onun da bilgisinin ve görgüsünün artmasını sağlıyordu. Hatta bazen komutanlarının sahip olduğu kitapları okuduğu oluyordu. Bu da hayata bakışını şekillendiriyordu.
Sakat kalıp geri dönmek zorunda kaldığında tam dört yıl askerlik yapmıştı. Savaşlar nedeniyle belki iki yıl daha kalacaktı.
Köylüler onu hemen önder seçti. Okuryazarlığın yanı sıra birçok bilgiye de sahip olan Musa Emmiden daha iyisini bulamazlardı, çünkü yoktu. Uzunca bir süre Muhtarlık yaptıktan sonra kendi isteğiyle artık kabuğuna çekilmeye karar vermişti.
Kendisine gelen Osman’ın babası ile arkadaşlardı. Askerlik çıkınca ikisi de ayrı yerlere gitmişti.
Genç adam bir gece kendisine gelmiş, başlarına geleni anlatmış, “yerlerini söylemeden” saklandıklarını bildirmişti. İhtiyaç olan şeyleri verip veremeyeceğini sormuş, Musa Emmi de severek “haklı” gençlere yardım etmeye başlamıştı. Her gelişinde yeni bilgiler verirken ayrıca nasihatlerde bulunmayı da ihmal etmiyordu.
İbrahim’in, başkaldırıp kaçışını tüm Karadeniz duymuştu. Herkes kendi tıynetine, mezhebine, ırkına, dünya görüşüne göre türlü laflar döndürüyordu.
Gurur meselesi yapan Gürcüler farklı, haksızlığa uğradıklarına inandıkları Türkler farklı yorumlar yapıyordu. Herkes kendince haklıydı. Ama bundan önce İbrahim’i bahane yaparak birbirlerinden hınç alma derdindeydiler. Bu el ile olamıyorsa bile dil ile olmaya devam ediyordu. Yılların verdiği kıskançlıklar, öfkeler, kinler artık dile gelmeye başlamış, ulu orta konuşuluyordu. Türkler, İbrahim aracılığıyla bu durumdan derin bir memnuniyet duyarken, Gürcüler ise “Karaboğaz” dedikleri Türkleri yine İbrahim tabusuyla daha da ötekileştiriyordu. “Kanun bilmezler, görgüsüz, eğitimsiz, kaba, saba, gerici, fakir, cahil kalmışlar…”
Kaynak: "Erol Okutucu/ Hekimoğlu ibrahim ile Narin" kitabından alıntılanmıştır.


