İbrahim on beş gün soluksuz yattı. Annesi en fazla ağzına pamuk ile su sürüyordu. Bazen de birkaç kaşık çorba dökmeye çalıştı. İbrahim on altıncı gün gözlerini açtı ve ilk sözü “Narin” oldu. Fatma Hanım mutluluktan deliler gibi dışarıya çıkıp “oğlum iyileşti” diye bağıracaktı ki gerisin geriye oturmaya karar verdi. Duyulursa ağaya nispet yaptığı varsayılır, bu da İbrahim için hiç iyi olmazdı. Birkaç gün daha geçtikten sonra İbrahim iyiden iyiye ayağa kalktı. Ama hep düşünüyor, hep planlar yapıyor ve hep gözlerini yere dikiyordu. Yeme içme haricinde ağzını açtığını göremeyen Fatma Hanım, oğlunun ne hesaplar yaptığını merak ediyordu. Aslında tahmin ediyordu fakat bunu düşünmeye bile korkuyordu. Aksi halde Allah korusun, değil kendisi oğlu bile öldürülüp bir çukura atılırdı. Kimse de bu işi yapanları, bildikleri halde ağızlarını açıp tek bir kelime etmezlerdi. “Kim vurduya” giderek ikisinin de hayatı sönebilirdi.
İbrahim bir akşam anasına; “komşu köyde arkadaşı olan Ömer’in yanına gideceğini söyledi. “Birkaç güne kalmaz dönerim” diye de ekledi.
At ile gitseydi en fazla yarım saatlik yoldu. Ne var ki yoksul olduğu için İbrahim’in at alacak parası hiçbir zaman olmamıştı.
Karanlıkta düşe kalka gittiği yolu nihayet bitirerek iki saatte Zembek köyüne ulaşmıştı. Ömer’in evi köyün hemen girişindeydi. Karadeniz’de hiçbir mahalle toplu olmazdı. Biri o tepede, biri o ırmak yanında, kimi de ormanların içine yapılırdı. Bunun için arazi yokluğu bahane edilse de aslında gerçek neden; “özgür olmak” isteğiydi. Karadenizliler böyle uygulamayla kendilerini daha hür ve güvende hissediyordu. Herkes azdan çoktan sahip oldukları arazilerinin hemen içine kulübesini yapar, orada gözlerden uzak bir hayat sürerdi. Yüzyıllardır süren bu alışkanlıkları onlara daha dikkatli olmayı, gelen sesleri analiz etmeyi, çiseden nem kapmayı ve en önemlisi de “düşman” olgusunu daha iyi kavramayı öğretiyordu.
O yıllarda kan davaları, sınır kavgaları, yoksulluktan ötürü ambar soygunları sıkça yaşanırdı. Bunun yanı sıra savaşlardan bıkmış olanların firar ederek, sağa sola kaçışmaları da yaşanırdı. Hayatlarını idame ettirmek için eşkıyalığa başlarlardı. Zamanla buna alışınca bir daha da çite çubuğa gidip zahmet çekmeye yanaşmıyorlardı. Hem zaten piyasaya çıksalar bir çuval suçları olacak, bu da en iyi ihtimalle ömür boyu hapisle sonuçlanacak demekti. Askerlikten firar etmenin yanı sıra eşkıyalık da söz konusuydu. Birçok insanı soyup parasını pulunu almak, itiraz edenleri dövüp yaralamak ve kimi zaman da onları öldürmek gibi suçları tekrarlayıp duruyorlardı.
Asayişin iyice kevgire döndüğü bu zamanlarda Jandarma, Zabitan gibi kolluk kuvvetlerinin kendilerine faydaları yoktu ki bunları bulabilsinlerdi.
Güneş battıktan sonra kapılar, pencereler iyice kapanır, köpekler iplerinden salınır ve dikkatli bir şekilde sabahın olması beklenirdi. Ay ışığı varsa işleri biraz daha kolay olurdu. Çünkü kötülük yapmak isteyenler daha görülebilir olacağından, bu anlarda fenalık yapamazlardı. Ne var ki Karadeniz’de ak pak havalar çok nadir olurdu. Hep yağmur, o yoksa sis, daha olmadı gökyüzü her zaman bulutlu dururdu.
Bunun gibi nedenlerden ötürü herkes pür dikkat yaşamaya, ayakta kalmaya çalışır, bunu bir hayat tarzı haline getirmek zorunda olurdu. Bundan rahatsızlık veya stres gibi bir olumsuzluk duyulmazdı. Tam tersine, hürriyetin tadına varılırdı.
Ömer, ısrarla havlayan köpeğiyle ilgilenmesi gerektiğine karar vererek idare lambasını kapattı. Pencerenin hemen yanında göz kararı kadar olan tahta aralığından dışarıyı incelemeye koyuldu. Bir şey görünmüyorduysa da incelemeye devam etti. Birkaç dakika sonra kısık fakat duyulabilecek kadar yükseklikte İbrahim seslendi; “Ömer, Ömer!” Sesi duyan Ömer kulaklarını dikti, gözlerini daha dikkatli açarak izlemeye devam etti. “Ömer, benim İbrahim, Hekimoğlu İbrahim!”
Adını duyunca sesini de tanıdığı can kardeşini karşılamak için apar topar kapıya yöneldi. Hemen açtı, köpeğine seslenerek kendi yanına gelmesini sağladı. Sonra boynunu tutarak seslendi; “İbrahim kardeşim hoş geldin, hemen geç buyur, ben köpeği tutuyorum!”
Köy yerlerinde özellikle de Karadeniz’de sıradan köpeklerin yaşama şansı hiç olmazdı. İtin kopuğun yanı sıra her tarafı ormanlık olan coğrafyanın içinde Kurtlar, Ayılar, Yaban Domuzları çokça bulunurdu. Özellikle kış aylarında aç kalan hayvanlar ya tavuk kümesine, ya mısır serenlerine, daha da bulamazlarsa canlı olan ne varsa ona saldırmak için gelirlerdi. Bu listeye köpekler de dâhil olurdu. O yüzden köpeklerin uzun çivilerle donatılmış tasması olurdu. Ona saldıracak yaban hayvanları bu sayede boğamazlar, onlar da yaşamaya devam ederdi. Zaten gürültüleri duyan ev sahipleri birkaç dakika içinde yetişir, onları vurur ya da kaçmalarını sağlardı. Ömer, köpeğine Karabaş adını bilerek vermişti. Köpek aslında Sivas Kangalı bir babayiğitti. Rengi de kremdi. Ama anlındaki tüylerde siyah bir leke vardı ve bu normalden fazlaydı. Bundan ötürü bu ismi ona layık görmüştü. O da evin bir üyesiydi. Ev sahipleri ne yerse mutlaka ona da aynı yiyecekten verilirdi. Sevildiğini, bakıldığını, korunduğunu bilen hayvan, bir o kadar sadık olur, tüm aileye kol kanat gererdi. Kendinden iri birçok hayvanı alt ettiği gibi, gür sesiyle ortalığı inletir, evin yanına sansar bile yanaştırmazdı.
İbrahim içeri girdikten sonra Ömer Karabaşı bıraktı. Ardı sıra kendisi de içeriye girdi. Hemen bir kibrit çakıp idare lambasını fitilini ateşledi. Ortalık ışıyınca lambayı yerine koydu. Sonra İbrahim’e döndü ve iki elini kocaman açarak; “vay benim güzel kardeşim, seni hangi rüzgâr attı buraya” diyerek sımsıkı sarıldı. Aynı şekilde İbrahim de onun bu samimi yaklaşımına güçlü bir karşılık verdi. Birkaç gündür çektiği çile, yıpranan sinirleri, Narin’in üzüntüsü onu gerçek bir dosta hasret bırakmıştı. Ömer olayı daha önceden duymuştu. Birkaç defa da ziyaretine gitmişti. Fakat İbrahim konuşamayacak kadar berbat halde olduğundan yapacak bir şeyi kalmamış, geri dönmüştü. Dönerken Fatma Kadına her defasında; “Fatma ana, bir şey lazım olursa tez bana haber yolla emi?” diyerek tembihlemişti.
Ömer, Hekimoğlu İbrahim’den birkaç yaş büyüktü. Boylu poslu yiğit bir delikanlıydı. Çok küçükken çiçek hastalığından ötürü annesini ve babasını kaybetmiş, burada babaannesi ve dedesi ile yaşamıştı. Yaşlı oldukları için onlar da vefat edince tek başına bu evde yaşam mücadelesine devam ediyordu. Fındık ve Mısır zamanı Cemal Ağa’nın köyüne gidiyor, orada işçilerin kaldığı barakada yatıp kalkıyordu. Sezon işleri bitince az buçuk yevmiyesini alarak köyüne, bu fakirhanesine dönüyordu. Kalan zamanlarını kendi işlerini yaparak, ya da bazen avlanarak geçiriyordu. Bir türlü evlenememişti. Yoksul olduğu için kimse kızını vermek istemiyordu. Arazisi de beş dönümdü ki kendine bile yetmiyordu. Belki zamanla kocası ölmüş, sakat kalmış birisi çıkarsa evlenebilirdi. Fakat görünürde böyle bir durum yoktu. İbrahim ile Ağanın çiftliğinde tanışmışlar birbirlerini sevmişlerdi. İkisi de güçlü kuvvetli, özü sözü bir, gözünü budaktan esirgemeyen iki yiğitti. Eh, yiğit yiğidi gözünden nasıl tanıyorsa, onlar da birbirlerini öyle tanımışlardı. Birkaç defa İbrahim’e; “buralardan çıkıp gidelim” demişti demesine ama Fatma anayı yalnız bırakmak olmazdı. O da bu yüzden ısrar edemezdi. İş olmayan zamanlarda üç dört ayda bir ya o İbrahimlere gider ya da İbrahim ona gelirdi. Sabahlara kadar sohbet ederler, talihlerinden, sevdalarından, hayattan, dünyadan, savaştan, Ağadan bahsedip dururlardı. Sabah olduğunda bir arpa boyu yol alamadıklarını görüp yüksek sesle gülerek bir dahaki sefere buluşmak üzere ayrılırlardı.
İnsanoğlunun annesine, babasına, karısına ve hatta yetişkin de olsa evladına olan sevgisi ve ihtiyacı elbette tartışılmazdı. Fakat onlarla bir yere kadar kader birliği olabilirdi. Çünkü varsa hanımına, çocuklarına kol kanat gerecek, yaşlı ise de anne ve babasına bakacaktı. Onların bulunduğu konum dert dinlemek, çare istenmek, güç almak olamazdı. Çünkü onların ihtiyacı olan şeyler de tam bu olgulardı. Ama iki yetişkin erkek arkadaş birbirlerine omuz verebilir, dertlerini paylaşabilir, yük, taş, kök taşıyabilir ve hatta gerektiğinde ölüme bile gidebilirdi. İşte İbrahim ile Ömer böyle bir ahretlik dosttular. Hilesiz, beklentisiz, çıkarsız, karşılıksız, en iyi niyetli duygularla birbirlerine sahip çıkarlardı.
Ömer, gelen misafiri için mısır unundan kurutulmuş tarhanayı ocakta kaynatırken, yanına ıhlamur çayı koymayı ihmal etmedi. Havadan sudan laflanırken hazır edilen yiyecekleri sofraya koydu ve kendisi de İbrahim’in karşısına oturdu.
“Hekimoğlu, senin bu gelişin pek hoş görünmüyor, bir derdin var besbelli, artık anlatmaya başlasan iyi edersin!” İbrahim bu kadim dostuna gülümseyerek karşılık verdi.
Ömer yanılmamıştı. Çünkü İbrahim’in bu gelişi diğer gelişler gibi değildi. Daha bir dalgın, daha bir düşünceli daha bir hesap kitap içinde görünüyordu. Bunca yıllık dostunun ağzını büzmesinden “Ömer” diyeceğini bilmek tam da Ömer’in işi olmalıydı. Öyle de oldu. Tahminini tutturdu. İbrahim buraya hem dertleşmek hem de ihtiyacı olan şeyleri söylemek için gelmişti. O yüzden oflamaya puflamaya gerek görmeden anlatmaya başladı.
En başından bu yana, Narin’i, onunla nerede ve nasıl tanıştığını, birbirlerini nasıl sevdiklerini, Ünye’den Ziya’ya nasıl nişanladıklarını anlattı. Kızın istemediğini, bunun için evde günlerce yemeden içmeden kesildiğini, devamlı ağladığını ve çoğu zaman o adamla evlenmemek için yalvardığını da anlattı.
Kendisinin de annesini görücü göndermek istediğini, bunun olamadığını, en nihayetinde kaçmaya karar verdiklerini de…
Hekimoğlu İbrahim Cemal Ağadan dayak yeme olayını anlatacakken birden sustu! Dişleri kenetlendi, kaşları çatıldı, gözlerinden alevler çıkmaya başladı! Elindeki tahta kaşığı o kadar çok sıkmış olmalı ki, kaşık ikiye bölündü ve kıyıkları elini kanattı. Ömer hemen bir paçavra alarak ona uzattı ve eline sarmasını bekledi.
İbrahim anlatmaya devam etti. Ne var ne yok, kaç kamçı yediğini, ne kadar kanadığını, ne kadar etlerinin düştüğünü… Olanları seyretmesi için Narin’in dışarı çıkartılmamasını da anlattığı anda bu kez Ömer’in rengi değişti! Öyle ya, delikanlı adam sevdiği kızın yanında dövülür müydü? Öyle yapacağına vurup öldürse daha makbul olurdu kuşkusuz. Ömer sinirden ne yapacağını bilemediyse de sabrederek dinlemeye devam etti. Yangına körükle gitmek istemediği için böyle davranmak zorundaydı. Eğer o da sinirine hâkim olmasaydı belki şu an konağı basmaya gidecek kadar öfkelenmişti.
İbrahim anlattı, Ömer dinledi. Dışarıdan horozlar ötüyordu. Sesleri duyduklarında sabahın olmaya başladığını fark ettiler. Ömer ayağa kalktı, pencerenin tahta kapaklarını iki yana açarak ağaran tanyerine baktı. İbrahim başı önünde düşünmeye devam ediyordu.
Ömer tekrar mindere oturarak kesin ve kati bir tavırla sordu; “ne yapmayı düşünüyorsun? Benim nasıl bir katkım olabilir? Senin için ne yapabilirim?”
“Ömer kardeşim, artık dürüst ve efendilikle yürümeyeceğim. Çünkü onlar bu dilden anlamıyorlar, anlamak da istemiyorlar. Her şeyin para olduğunu, küçük dağları ben yarattım zannediyorlar. Daha dün, değil bir vatanları, bir çulu bile olmayanlara sahip çıktıklarımız, bugün bize ağalık yapmalarını aldım başım üstüne bıraktım! Ama yoksuluz, güçsüzüz, kimsesiziz diye bizi hakir görmelerinin ne manası var? Hadi bunu da anlayalım! Peki, adamlarına iki kolumu tutturup kızın yanında dövmesini ne yapalım?”
Hekimoğlu’nun başı yine öne düşmüş enginlere gitmişti. Ömer de öfkeliydi ama halen daha sabretmekte kararlıydı. Derin bir nefes aldıktan sonra İbrahim kaldığı yerden devam etti; “Ömer kardeşim, bize üç adam, üç at ve üç silah gerek!”
Ömer çenesini kaşıyarak durdu ve “adam tamam, biri ben, bir de bizim Osman’ı alırız. Fakat at ve silah işini nasıl yapmalı?” Bunu söylerken de düşünmeye devam ediyordu. Kafasında türlü hesaplar, planlar kuruyordu. Kapısını çalacağı insanları gözünün önüne getiriyor kime ne diyeceğini tasarlamaya çalışıyordu.
İbrahim; “bende bir at alacak para var, ama silaha gücüm yetmiyor.” Ömer de; “bende de silah var, atı tam alamasak da yarı parasını verebiliriz. Hele Osman’a da gidelim, o ne durumdaymış, ona göre bir hal çare ararız. Şimdi biraz uyuyalım, hem yorgunsun hem de bütün gece hiç uyumadın.” İbrahim bu teklifi memnuniyetle karşıladı. Evet, iyice yıpranan sinirleri, yediği dayağın acıları, geldiği yolun yorgunluğunu birden bire tüm şiddetiyle yeniden hissetmişti. Oturdukları sedirde kendisi yatacak, salonda da Ömer kıvrılacaktı. Öylece yattılar. İbrahim kadim dostunun itiraz etmemesine şaşırmamıştı. “Gerçek dost böyle günlerde anlaşılıyor demek ki” diyerek minnet duydu. O kadar ki, silah ve at belalı bir işe işaret ediyordu! Demek ki Ömer buna bile razıydı ki sorgulamadan çözüm aramaya koyulmuştu. Belki de ona “ölümüne!” diyecekti, elbette o da “aldım kabul ettim” diyerek bu davete ikilemeden, amasız, fakatsız icabet edecekti! Kendisi de aynı şeyi yapardı kuşkusuz!
İbrahim memnun duygularla, narkoz yemiş bir hasta gibi, uykunun derin kucağına kendini bıraktı.
Dev kiraz ağacının çiçekleri gökyüzüne kadar uzanmıştı. Birkaç ay sonra meyvesi yenir hale gelecek olan ağacın dallarında çeşit çeşit kuşlar ötüşüyordu. Güneşin tatlı sıcağını sonuna kadar almak, dallarda gezen böceklerle karınlarını doyurmak ve cilveleşmek için tüm gün çağlamak istiyorlardı. Şefleri, “yaratıcı Allah” olan dev bir orkestra gibiydi her yer. Herkes kendine has enstrümanıyla ötüşüyor, şakıyor, şarkılar dillendiriyordu. Serçeler, saka kuşları, kiskeler, bülbüller, başı karalar sürekli şakıyıp duruyordu. Saksağanlar bile gelmiş ekibe eşlik ediyordu. Kuyrukları maharetle ve hızlı hareketlerle bir aşağı bir yukarı yelpazeleyip duruyordu. Arılar kovanlarından çıkmış, nefis kiraz çiçeklerinin nektarinlerinden olabildiğince vakumluyordu. Kiraz yaprakları ve çiçekleri gelenlerin elini boş döndürmemek için olabildiğince çabuk büyümeye çalışıyordu. Örümcekler hızlıca ağlarını geriyor, kelebekler defile düzenliyor, sincaplar bir o dala bir bu dala atlayıp zıplıyordu. Sabah erken saatlerde düşen çiğden çiçekler de nasiplerini almış, sıcacık güneşin altında yeni yeni kurumaya dönmüşlerdi. Tam da bu anlarda arıların marifetiyle döllenmeler olacak, al kirazlar çifter çifter yemişlerini doğuracaklardı. Yetişebildikleri yerlere kadar insanlar alacak, kalanlardan ise yaz ortalarına kadar kuşlar ve binbir çeşit mahlûkat faydalanacaktı. Her şeyin bir seremonisi vardı ve yüce şef her işi bir bir sıraya koyuyor, hayat öylece akıp gidiyordu.
İbrahim Karabaş’ın havlamasıyla uyandı. Gerinerek ayağa kalktı ve pencereden dışarı baktı. Güneşin durumu ona ikindi olmak üzere olduğunu işaret ediyordu. “Ömer!” diye seslendiyse de karşılık bulamadı. Dışarıya çıktı. Sağa sola baktı ve sadece Karabaş’ı gördü. Hayvan ona kuyruk sallayarak yaklaştı. Artık İbrahim’i evden biri kabul ediyordu. Bu yüzden tehlike yok demekti. O da ona yaklaştı ve biraz sırtını okşadı. İbrahim bir süre daha oralarda gezindi ve dünkü sohbetleri düşünmeye devam etti. Vakit akşama yaklaşıyordu. Ömer halen daha ortalıkta görünmüyordu. Boş durmaktan sıkıldığı için biraz odun hazırlayıp içeriye götürmeye karar verdi. Balta marifetiyle Meşe odunlarından epeyce hazırladı. Bunları içeriye taşımaya başladı. Birkaç sefer daha kalmıştı ki evden tarafa yaklaşan sesleri duydu. Odunları bıraktı, sesin geldiği yöne dönerek beklemeye ve dinlemeye başladı. Sesler insan sesinden çok toynak sesine benziyordu. Trampet çalar gibiydi ama bir tane değil birkaç taneymiş havası vardı. Merakı fazla sürmedi. Ömer bir atın üstünde göründü. Yanında bir kişi daha vardı ve o da atlıydı. İbrahim, beyaz bir at daha gördü ama onun binicisi yoktu. Evin önüne gelip durduklarında sırtlarında tüfekleri de gören İbrahim heyecandan küçük dilini yutacak gibi oldu.
Gelenlerin Ömer ve Osman olduğuna bakmaksızın atlara ve taşıdıkları silahlara hayranlıkla seyre daldı. Ömer; “oo İbrahim ağa, atları ve silahları görünce bizi unutuverdin! Gördüğün gibi halen daha benim elimdeler, alıp giderim ona göre!” diyerek takıldı.
İbrahim dalgınlığını fark edip mahcup oldu ve “değil bir at, bir ordu bile sizin kadar etmez kardeşim” diyerek gönüllerini aldı.
Osman; “hoş geldin İbrahim ağam” diyerek öpmek için İbrahim’in eline sarıldı. Osman yine Ömer gibi aynı köydendi. Hem halasının oğluydu. Onlardan küçüktü. Yaşı daha on sekizdeydi. Ama yüreği kırk yaşında bir gazi gibi sağlamdı. Annesi ve babası sağdı. Elleri, ayakları tutuyordu. Oğullarına güvenirler, her ne yapıyorsa doğru yaptığını bilirlerdi. O yüzden “dur, gitme, kal” gibilerinden “ana kuzusu” muamelesi yapmadılar.
Ömer, İbrahim’in uyumasını beklemiş, sonra da hemen çıkıp gitmişti. Bulunacak at, silah ve arkadaş meselesini ona yüklemeye içi elvermemişti. Çünkü kapısına gelen, kendisine güvenen, yardım isteyen İbrahim’di. Böyle bir durumda ondan çözüm beklemek yakışık almazdı. Ne yapacak edecek, bu işi kendisi halledecekti.
Gece sohbet ederken söylediği gibi sadece bir silahı vardı, bir miktar da para. Diğer iki atı ve iki silahı bulmak için nazının geçtiği dostlarına gidecekti. Ne var ki hepsi de yoksul insandı. Bunları alacak para toplamaya kalksa bile, denk gelmeyeceğini biliyordu. O yüzden en sona bıraktığı dayısına gitmeye karar verdi. Ömer’in dayısı seksen yaşlarında bir ihtiyardı. Adı Haşim’di. Yine aynı yaşlarda hanımı ile birlikte küçük bir evde otururdu. Çocukları olmadığı için yalnız yaşarlardı. Sağlıkları yerinde olduğundan herhangi bir sorunları yoktu. Diğer köylülerden bir kat daha fazla fındık bahçeleri vardı. Aslında çok daha fazla tarlaları vardı fakat Gürcistan’dan gelenlere “din kardeşlerimiz” diyerek çoğunu karşılıksız dağıtmıştı. Gerçi bu tarlaları işleyecek gücü yoktu ama istese etraftan işçi çağırarak devam edebilirdi. Bunu yapmadı çünkü çoluk çocuk olmayınca buna ihtiyaç duymadı. O halde ona Ensar olmak düşerdi ve o da Muhacirlere el uzatmıştı. Gürcüler de bunu bilir, ona hep saygılı ve sevgili davranırlardı. Bir ihtiyaçlarının olup olmadığını sorarlar, çarşıya pazara giderken mutlaka ona uğrarlar, varsa siparişlerini alırlardı.
Ömer dayısının evine geldi, elini öptü ve diz kırdı. Derdini anlattı. Paraya neden ihtiyaç duyduklarını ve ne yapacaklarını da ilave etti. Elbette verirse de iade edeceğini söyledi. Ama iki yıl sonra ancak ödeyebilirdi.
Haşim dayı Ömer’i çok severdi. Çünkü o mert bir delikanlıydı. Şimdiye dek ondan hiç yardım istememişti. Eğer Ömer para istiyorsa buna gerçekten ihtiyacı olmalıydı. Hiç tereddüt etmeden Ömer’in istediği parayı sandıktan çıkartıp verdi. Ömer de iki yaşlının ellerini öperek alışveriş için yola koyuldu.
İlk önce Osman’ı evinden çağırdı. Yolda durumu anlattı. Ardından aynı köyden üç at satın aldılar. Kaçakçılık yapan bir Gürcü’den de iki tüfek…
Kaynak: "Erol Okutucu/ Hekimoğlu ibrahim ile Narin" kitabından alıntılanmıştır.