Cemal Ağa’nın evine vardıklarında gün batmak üzereydi. Ağa konağının girişi batıya yönelikti. Kapının hemen önündeki verandada duran Cemal Ağa ayaktaydı ve gelenlerin yaklaşmasını izliyordu. Güneşin son ışıkları körüklü aceska çizmesine vuruyordu. Siyah boya ile boyanmış ve yeni cilalanmış olduğu, yansıttığı ışıklardan belliydi. Diğer elinde atı için kullandığı ama sürekli yanında gezdirdiği gümüş kabzalı kamçısı vardı. Onun da gümüş kısmı güneşin ışıklarından nasibini aldığı parlamasından anlaşılıyordu.
Şalvar pantolonun üzerinden bir kuşak, kuşağın içinde kemikten sapı olan Sürmene kaması vardı. Siyah yeleğinin içinde kolalı beyaz gömlek, hemen yeleğin önünde ise köstekli saatin zinciri kavis çiziyordu. Muzaffer bir komutan edasıyla kasketin önünü havaya kaldırmış, güneşin cılız ışıkları alnında geziniyordu. Pos bıyıkları kırçal olup, pis ağzını saklayacak kadar da gür duruyordu. Sakal tıraşını yeni olduğu her halinden belliydi. Sol elinin başparmağı, köstekli saatin bağlı olduğu cebe kancalamıştı. Diğer elinde ise kamçısını körüklü çizmelerine yavaşça, sabırlı bir şekilde dokundurup duruyordu. Sanki gerçek vuruşunu, gerçek gücünü ve kamçının çıkartacağı gerçek şaklatmayı sonraya saklıyor gibi kindar bakınıyordu.
Ağanın adamları Narin ile İbrahim’i getirip önünde durdular. Selam verdiler; “getirdik beyim” diyerek beklediler. Cemal Ağa başıyla içeriyi göstererek “geçin, geliyorum” dedi. Kaçak sevdalılar önde, ağanın adamları ardında içeriye girdiler. Cemal Ağa; “sen gelme” diyerek hanımının dışarıda kalmasını istedi. Ardından da kendisi içeriye girdi.
Narin’e dönerek; “yakında düğünün olacak, bu sefil adama seni vermeyeceğimi bildiğin halde onun aklına uyarak bana asi geldin! Seni yataklara düşürecek kadar döverdim fakat dua et düğün var. O yüzden sana daha başka bir acı tattıracağım.”
Ardından adamlarına döndü; “kollarını bırakmayın!” Yavaşça yeleğini çıkarttı. Kamçısını daha bir kavrayarak büyük bir hınç ve öfkeyle İbrahim’e savurmaya başladı. Bir, on, yüz, belki bin defa… Sürekli vurdu, sürekli acıttı, sürekli kanattı. Bunu yaparken şurasına burasına diyerek ölçüp hesap etmedi, rastgele, gelişine, düşüşüne, acısına göre vurdu, vurdu, vurdu…
Kamçının şaklama sesi dışarıdan duyulacak kadar fazlaydı. İbrahim’in kollarından tutan adamlar, onu birkaç defa bırakarak yere düşmesini sağladılar. Ola ki, ağa artık “vurmaz” diye düşündüler. Ağa daha bir celallenip “kaldırın” diye bağırıyordu. Hiç başlamamış gibi büyük bir öfkeyle yeniden, yine başlıyordu.
Her vuruşu izleyen Narin’in kalbi acıdı, her defasında canı yandı. Her vuruşta onun da vücudundan etler kopup yere düştü. Her vuruşta onun da ağzından kan geldi. Her vuruşta kimi parmakları kırıldı, kimi gözü kapandı. Birebir aynı acıyı aynı dozda yaşamaya devam etti. Ağlamaktan yaş gelemeyecek kadar gözleri kurudu.
İbrahim yediği ilk darbelerden sonra iyice uyuşmuştu. Hiçbir şeyi göremiyor, duyamıyor ve hissedemiyordu. Sadece kamçı sesleri beyninde yankılanıyordu. Onu kahreden dayak yemek değildi, Narin’in yanında bu zulmün reva görülmesiydi. O olmasaydı ölmeye de razı olurdu çünkü bunu göze almıştı. Ama sevdiği kızın yanında “onursuzca” dayak yemek ağrına gidiyordu. Kafasında bunu sayıklıyor, sayıkladıkça öfkesi dağlar gibi kabarıyordu. Değil elini, gözünü açacak dermanı bile kalmamıştı. Ama kalbi ve beyni yerli yerince düşünmeye devam ediyordu.
Belki bir saat süren dayak faslından sonra Cemal Ağa artık yorulmuştu.
Yakınındaki sandalyeye yığılırcasına oturdu ve derin bir soluk aldı. Ardından karısı Bergüzar’a seslendi.
Narin’in annesi içeriye girince gelen kamçı seslerinin nasıl bir sonuç yarattığına gözleriyle şahit oldu. Bunca yıllık kocasının acımasızlığını biliyordu fakat bu kadarını o da tahmin edememişti. Gözleri dolduysa da bunu hışmından çekindiği kocasından sakladı.
“Narin’i al götür, iyice dinlenmesini sağla ve yanından asla ayrılma!”
Bergüzar kadın; “tamam bey” diyerek Narin’in elini tuttu. Zavallı kızın eli buz kesmişti. Dehşet bir sinir mücadelesinden geçtiği, kaskatı kesilmiş vücudundan belli oluyordu. Yürüyemeyecek kadar hırpalanmış kızını adeta sürüklercesine odadan çıkarttı. Çektiği ıstırabı tahmin ettiğinden bir an önce oradan kaçırmak isteği ağır basmıştı. Diğer odaya götürüp yatağına yatırdı. Hem ağladı hem de elini, ayağını, vücudunu, yüzünü, gözünü ovaladı durdu. Derin bir şok geçiren kızının bir an önce kendine gelmesi için peş peşe dualar etti.
Cemal Ağa adamlarına dönerek; “bunu götürüp anasına teslim edin, bir ay içinde de köyü terk etmelerini söyleyin” diyerek dışarı çıktı.
İbrahim’in değil yürüyecek, ayakta duracak hali bile yoktu. Gerek bu yüzden gerekse merhametlerinden ötürü onu yakalayıp getiren adamlar hemen bir sedye uydurdular. İbrahim’i üzerine yatırıp yola çıktılar.
Annesi Fatma Hanım iki gündür diken üzerindeydi. Narin ile oğlunun kaçtığını biliyordu ama başaracağına bir türlü inanamıyordu. Her an kötü bir haber gelecekmiş gibi kapının eşiğinde beklemekteydi. Yemeden, içmeden, hem de hiç uyumadan…
Köpek sesleri çoğalınca Fatma Hanım kafasını kaldırıp sesin geldiği yöne baktı. Karartılar gittikçe yaklaşıyordu. Bir adam önde, biri de arkadaydı. Ortalarında sedye vardı. Yaklaştıklarında içinde yatanın oğlu İbrahim olduğunu gördü. Elindeki idare lambası ile önleri sıra içeriye girdi. İki adam İbrahim’i yatağına taşıdı. Sedyeden indirdiler. Ağanın gönderdiği talimatı Fatma Hanıma söyleyerek evden ayrıldılar.
Fatma Hanım bir süre yaşlı gözlerle oğluna baktı. Ardından hemen kalktı, su ısıttı, temiz havlu çıkarttı, canından bir parça olan İbrahim’in yaralarını temizlemeye başladı.
Yassıtaş köyü olabildiğince günlük güneşlik bir güne başlıyordu. Bir gün önceden kına gecesi yapılmış, bugün de düğün olacaktı.
Evlenecek olan Narin yakalandığından bu yana hep aynı kalmıştı. Hep üzgün, hep suskun, hep uzaklara dalan ve hep elleri ayakları yine üşüyen...
Annesi, Narin’in sevdiği arkadaşlarını yanına gönderdi. Sözü geçen kadınları akıl versin diye onunla konuşturdu. Ünye’den doktor getirtildi. Daha olmadı Din Hocalarından çareler umuldu. Uzaklardan kadınlar gelip kurşun bile döktürüldü. Bergüzar kadın günlerce dil döktü, yalvardı. Cemal Ağa bile yüzüne “merhamet maskesi” takarak kızına yalvararak türlü ricalar etti.
Olmadı. Ne yaptılarsa, ne dedilerse, ne kadar etek öptülerse fayda etmedi. Narin yakalandığı günkü gibi durmaya, konuşmamaya, derinlere dalarak boş, umutsuzca, amaçsızca bakmaya devam etti.
En nihayetinde “evlenince düzelir” denilerek kendi haliyle baş başa bıraktılar. Yarım yamalak kalmış kalbiyle, eli ayağı tutmayan bedeniyle öyle ya da böyle gelin gidecekti. Bir bohça gibi damadın önüne bırakılacak ve kaderini yaşamaya başlayacaktı. Çünkü söz konusu Cemal Ağa’nın şerefiydi.
Dost meclislerinde dedikodular çoktan başlamıştı. Fakat korkudan kimse yüksek sesle ortalık yerde konuşamıyordu. Ama herkes duymuştu. Ağaya olan kinlerinden ötürü bire bin katarak birbirlerine anlatıyorlardı. Fısıltıyla da olsa hınç alıyorlardı. Damat evine de bu haberler çoktan gitmişti. Onlar ise, bir “çulsuz” için bu işi mesele yapacak kadar ayağa düşemezlerdi.
Uzaklardan davul ve zurna sesleri duyulmaya başladı. Kız evindekiler usul yavaş toparlanmaya koyuldular. Kafilenin gelecekleri yöne dönerek daha dikkatli bir bekleyişe geçtiler.
Gelenler oldukça kalabalıktı. Erkek tarafı da en az Cemal Ağa kadar varlıklıydı. Şehirde yaşadığı ve ticaret yaptığı için eşi dostu daha fazlaydı. Bu da kalabalığın normal olduğunu izah ediyordu. Zaten Karadeniz düğünlerinin sahipleri ne kadar zengin, ne kadar yoksul olduğu kalabalıktan belli olurdu. Hele de at sayısı fazla ise ağalıkları daha bir tescillenirdi.
Davullar ve zurnalar ikişer çiftti. Gümbürtüleri ta Ünye’den duyulacak kadar göğü yarıyordu.
Kız evine gelen erkek tarafı yaklaştıkça silahlar peş peşe atılmaya başladı. Tüfekler, tabancalar, kimi zaman maytaplar… Hiç durmadan, hiç susmadan, hiç bitmeden patlıyordu. Bu kalabalıkla ve sahip oldukları silahlarla savaşa gidilse, kazanmak işten bile değil gibiydi.
Yaklaşan kalabalığın önce atları ortaya çıktı. Seçkin tayların başları süslü, boyunlarına ise renk renk kumaşlar dolanmıştı. Hepsinin kuyruklarına kınalar yakılmış, uçları da topuz bağlanmıştı. Binicilerin çizmeleri güneşten parıl parıl parlıyordu. Herkes en güzel ve en temiz kıyafetlerini giymişti. Çoğu Gürcülerin tarzı olan pos bıyıklar itinayla taranmış, uçları kıvrılarak yukarı bakması sağlanmıştı. Gelen düğüncülerin içinde tek tük Türkler de vardı. Ama çoğu atsız, kıyafetleri sıradan, bıyıkları da kısaydı. Silahı olanlar da çok azdı. O yüzden kafilenin gerisinden yürümeye devam ederek mahcubiyetlerini gizliyorlardı.
Kayınpeder en önde, damat olan Ziya ise bir at boyu gerideydi. Önce damadın babası, ardından herkes, aynı anda atlarından indiler ve selam verdiler. Cemal Ağa gururlu ve mutlu bir şekilde dünürünün yanına giderek; “hoş geldiniz” dedi. Artık kız alma merasimi başlayabilirdi. Ama bunun için önce erkek tarafı hediyeler verecek, sonra da ağaçta asılı yumurtayı vuracaklardı.
Âdete göre kız almaya gelen kafile, dal ucunda asılı olan yumurtayı vuramazsa kızı alamazdı. Bu da öyle kolay bir şey değildi. Yerden en az on metre yukarıda, atış alanı olarak da en az elli metre uzaktaydı. Mermileri yetene kadar, vuruncaya kadar atış yapacaklar yoksa düğün günün akşamına kadar uzayacaktı. Bu da gelenlerin mahcup olması demekti. O yüzden her atıcı olanca dikkatiyle ve marifetiyle o yumurtayı vurmaya odaklanırdı.
Yumurtayı vurabilmek kızın evden çıkmasını sağladığı gibi, okkalı da bir hediye de elde edilirdi. Bu da hedefin bir an önce vurulması için bir nevi teşvikti.
Önce tek tük atışlar başladı. Mermisi az olanlar geriye geçti. Sonra damat atmaya başladı. Olmadı. Silahına ve mermi sayısına güvenenler atmaya başladı, yine vurulamadı. Ardından en iyi nişancılar öne çıktı. Bir iki üç… Belki yüz el atıldı fakat bir türlü yumurta vurulamıyordu. Atmaya başladıklarından bu yana belki bir saat geçtiği halde yumurta inadına yerinde durmaya devam ediyordu. Gülerek başlanan bu oyun, yerini gittikçe öfkelenmeye bırakıyordu. Silahlar iyice şişmiş, sıcaklıktan elle tutulamayacak hale gelmişti. Mermi sorunu yoktu, silah da boldu fakat vuramadıkça sinirler iyice geriliyordu. Cemal Ağa da sanki kendi vuramıyor gibi mahcubiyet duymaya başlamıştı. Oysa etrafta rüzgâr da yoktu. O yüzden ince ipin ucuna bağlı yumurta hep yerinde sabitmiş gibi durmaya devam ediyordu. Kadınlar evin içinde oldukları halde sesten iyice rahatsız olmaya başlamıştı. Narin ise yine aynı haldeydi. Değil tabanca, top patlasa duymuyormuş gibiydi. Gök yıkılsa milim sallanmayacaktı. Her tarafı sel bassa o yine suyun dibinde, o halde oturacak gibi çivilenmişti.
Yaşlı kadınlar yumurta vurulamamasını uğursuzluğa saymaya başladılar. “Bir kısmetsizlik var” gibi sözlerle birbirlerine fısıldıyorlardı. Cemal Ağa’nın da keyfi kaçmaya başlamıştı. Bu işin fazla uzadığını, gerekirse şakayla karışık “vurdunuz sayıyorum” demeyi düşünüyordu. Damat tarafı da yavaş yavaş pes ediyor, büyük bir palavra ve gösterişle başladıkları fiyakaları usul usul sönmeye yüz tutuyordu.
Kaynak: "Erol Okutucu/ Hekimoğlu ibrahim ile Narin" kitabından alıntılanmıştır.